Paul Cezanne (1839-1906), Edgar Degas (1834-1917), Renoir (1841-1919) gibi üç büyük ressamı da Empresyonist akımın çerçevesi içine almak gerekse de, bunlar kendilerine has özelliklerle yukarıda saydığımız ressamlardan ayrılıyorlardı.
Cezanne, Empresyonizmin prensiplerini kabul etmekle beraber, tablonun biçim ve geometrik yapısını da ele alıyor, böyle yaparken Kübizmin temelini atmış oluyordu.
Cezanne’ın tabloları renk bakımından Empresyonist olmakla beraber, desence de sağlamdı. Daha doğrusu, Empresyonistler renklerle eşyanın sınırını, desenini “eritir” iken, Cezanne bu renklerle hem atmosferin titreşimlerini, hem de eşyanın arkitektüral yapısını ifade etmek istemişti.
Renoir manzara ressamı değildi, figür, portre, kompozisyon ressamı idi. Tabiat onun resimlerinde figürlere ekli bir dekordu.
Renoir’a göre, ideal konu kadın vücudu idi.
Kadın vücudunu ifade için bu ressamın Empresyonist kurallardan uzaklaşarak klâsik resmin geleneklerine yaklaşması gerekti.
Ama Renoir, örneğin Venedikli ressamlara benzerliğini, Empresyonist paletten fedakarlıkla elde etmemiş, renk titreşimini figür ve portre tarzlarında tatbik etmek ustalığını göstermiştir.
Degas, pastellerinde Empresyonistti, ama boyalarında, hele tiyatro, bale, at yarışları gibi konularda geleneğe bağlanabilirdi.
Ne var ki, Degas, kompozisyon kurmada büyük yenilikler getirmişti.
Kendinden önceki hiçbir ressamın gösteremediği bir cesaretle ancak fotoğraf enstantanelerinde görülen hareket canlılığını tablolarına aktarıyor, tablo çerçevesinin dört yanını fotoğraf makinesinin objektifi gibi kullanarak resmetmek istediği konunun en önemli parçalarını alarak kalanını sanki kırpıyor, harcıyordu.